“… Her kânûn-ı Hakk bir vaz’-ı İlâhî olduğundan müstakimdirler. Vaz’-ı beşerî olan kânûnlar ne ilim, ne dîn hiçbiri olamazlar. Bunlar ilim nokta-i nazarından bâtıl, dîn nokta-i nazarından şer teşkîl ederler ve gayr-ı müstakimdirler. Bunun için beşerin hakkı gerek ilimde ve gerek dinde kânûn vaz’etmek değil; Hakk’ın kânûnlarının arayıb bulmak ve keşf u ızhar etmekdir. Arşimet muvâzene-i mâiyyât kanûnun; Nevton, câzibe kânûnunu; Aristo, tenâkuz kânûnunu vaz’etdiler demek doğru olmadığı gibi; Ebû Hanife Hazretleri de kıyâs-ı fıkhî kânûnlarını vaz’etdi demek doğru değildir. Bunlar onların vaz’ı olsa idi eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları kânûn-ı Hakk’ın keşfine mazhar olmalarından nâşîdir. Bunun için ulemâ, mûcid değil; kâşif ve muzhirdirler. Zîrâ kânûn-ı Hakk’ın hafî olanları da vardır. “Essırâtel-müstakîm” ise, vazıh ma’nâsını dahî tazammun etdiğinden bunları izhâra vesîle olacak, vazıh ve işlek bir tarîk-ı esâsîyi ifhâm ediyor ve Kânûn-ı Hakk olmıyan, meûnet-i İlâhîyye ile hiç alâkası bulunmayan eğri büğrü yolların hepsinden ihtiraz etdirdiği (sakındırdığı) gibi, hidâyet de hayra masruf olacağından doğrudan doğruya şerre götürmekde hak olan kânûnlardan dahî ihtirâz edilmiş oluyor. Fakat bu son ihtirazda bir kayd-ı haysiyet aramak lazım gelir Çünki şerden ihtiraz etdirmek için onu tanımak ve tanıtmak da bir hayırdır. Yılanı bilmeyen ondan nasıl sakınır?...”
……
“… Lisân-ı İslâmda HÜRRİYET, hukûkuna mâlikiyyet diye ta’rîf olunur (Keşf-i Pezdevî) ki, bunun zıddı, hukûkuna başkasının mâlik olması demek olan esâret ve rıkkıyyetdir. Asl-ı hukûk ise vaz’-ı İlâhîdir. Binâenaleyh herhangi bir ferdin vaz’-ı İlâhî olan hukûku kendi rızâsı munzam olmaksızın diğer bir vaz’-ı beşerî ile tebdîl, tağyîr veya tasarrufa mahkûm olabiliyorsa, o artık yalınız Allâh’ın kulu değildir. Ve onda bir hisse-i esâret vardır. Ve artık onun vecâib ü vezâifi mahz-ı Hakk’ın icâbına değil; şunun bunun keyf ü irâdesine tâbi’dir. Binâenaleyh Hakk Teâlâ’yı tanımayan kimse de, hukûkuna mâlikiyyet ma’nâsına hakk-ı Hürriyet farzetmek, bir tenâkuz olduğu gibi, Hakk Teâlâ’dan başkasına kul olanlarda da hürriyet farzetmek imkânsızdır. Ve bunun için zamân-ı hürriyet yalınız Allâh’a ubûdiyyetdedir. Ve sırât-ı müstakîmin mebdei, bu ubûdiyyet ve ilk gâye-i dünyeviyyesi de, ni’met-i uzmâ (pek büyük ni’met) olan bu hakk-ı hürriyetdir. Bunun başı da niam-ı vehbiyyeden (Allâh’ın verdiği nimetlerden) hayat, niam-ı kesbiyyeden (hür irade ile kazanılan) nimetlerden îmândır. İşte bu ikisi usûl-i niâmdır (nimetlerin menşe’ temelidir.) Bunların mebdei de meûnet (Allâh’ın yardımı) ve hidâyet-i İlâhiyyedir. İstenen tarîk de, bu meûnetin tarîk-i müstakîmidir. Ve işte ni’met-i İslâm, bu tarîk-i müstakîmdir….” (1/126-29)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder