13 Temmuz 2011 Çarşamba

Şer’-İ Şerif’de Küfür Alâmeti Add Olunan Şeyleri İstihlâl Veya Hurmetini İstihfâf Edenlerin Küfrü Şübhesizdir

EHL-İ KÜFRE ŞİARLARINDA TEŞEBBÜHÜN HÜRMETİ İCMÂ’-I ÜMMETLE SÂBİTDİR

Onun içün istihlâl ve istihfâfı küfürdür

A’mâl-i zâhire, ahvâl-i bâtına ve rûhiyyenin mezâhiridir. Ahvâl-i kalbiyye onda inkişâf eder ve rü’yet olunur. Ba’zı a’mâl-i beşeriyye vardır ki kalbden bir dâî ve sâik sebebiyle insan ona mübaşeret ider, te’sîrât-ı hâriciyyeden âzâde olarak kendi hâline kalınca behemehâl o ameli işlemek mecbûriyyetinde olub, ona mümânaât idemez.

Ba’zı a’mâl-i beşeriyye de vardır ki: İhvâna muvâfakat, kuvvete tebaiyyet, celb-i menfaat veya def’-i mazarrat gibi ârızî bir takım esbâb ve avâmil-i hâriciyyenin te’sîriyle mübâşeret olunur. Arızî olan o esbâb-ı sâika, zâil olunca âdet hâlini almamış ise insan ondan ferâğat idebilir. Meselâ almış olduğu terbiye netîcesi olmak üzere bir kavmin ma’neviyyeti ile sıbğalanmış ve ahvâl-i rûhiyyesiyle hâllenmiş olan bir adam ziy ve kıyâfetde, âdet ve muâşeretde, sûret ve sîretde o kavme teşebbüh ve taklidde ve onlara muvâfakate muztar olur. Sâik, rûhî ve kalbî olduğu içün kendi hâline kaldıkça o ziy ve âdeti, sûret ve sîreti terke rızâ ve semâhat gösteremez. Şâyet te’sîrât-ı hâriciyye ile terke icbâr olunursa kalbden müteessir olub, rûhundaki sıbğa izâle edilmedikce o adam bu halden vaz geçemez. Fakat bir adamın ziy ve kıyâfetde, âdet ve sîretde bir kavme teşebbüh ve taklîdi, ârızî bir takım esbâb-ı hâriciyyenin te’sîri ile vâki’ olursa, o adam, o hâli terk etmekde beis görmez ve bundan dolayı azâb-ı vicdânî duymaz. …... Ehl-i küfrün şiâr ve alâmet-i mahsûsası olan şeyleri giyinmek, kuşanmak ve takınmak husûsuna sâik ya rüsûh bulmuş bir hâlet-i rûhiyye veya esbâb-ı hâriciyye olmakdan hâlî değildir. Sâik esbâb-ı hâriciyye olduğu takdirde, ya ihtiyârı selbe bâis olur, veyahud olmaz. Bu makamda aklen daha başka ihtimal tasavvur olunamaz. Sâik hâlet-i rûhiyye ise, meselâ terbiye ve i’tiyâd te’sîriyle bir adamın rûhu sıbğa-i küfr ile boyanmak ve kalbi o ma’neviyyet ile ittisâf etmek netîcesi olmak üzere Allâh’a, Rasûlullâh’a, Şeriat’a ve sâir zarûriyyât-ı dîniyyeye îmân ve i’tikâdı olmadığı içün seve seve ehl-i küfrün şiâr ve alâmet-i mahsûsasını iktisâ ve ittihaz etmiş olursa, o kimsenin küfründe şekk ve şübhe yokdur ve olmaz; zîrâ bu a’mâl-i zâhiresine sâik aynı küfürdür. Anın içün fukahâ-yı kirâm hazerâtı “küfre niyyet eyleyen kimse o andan i’tibâren kâfir olur” diyorlar. Ve kezâ Şer’-i Şerif’de küfür alâmeti add olunan şeyleri istihlâl veya hurmetini istihfâf edenlerin küfrü şübhesizdir. Şiâr-ı küfürde teşebbühü istihlâl etmek de bu kabildendir. Zîrâ “Men teşebbehe bigayrinâ feleyse minnâ” hadîs-i şerîfi ile şiâr-ı küfürde ehl-i küfre teşebbühün nehy olunduğu asr-ı seâdet-i nebeviyyeden zamânımıza kadar tevâtüren nakl oluna gelmekde olub, ümmet-i Muhammed’den her asırda bulunan müctehidîn-i kirâm hazerâtı bunun hurmetine icmâ’ ve ittifâk etmişlerdir. Binâenaleyh ehl-i küfre şiârlarında teşebbühün hurmeti, edille-i şer’iyyeden icmâ’-ı ümmetle sâbitdir. Onun içün istihlâl ve istihfâfı küfürdür.”

12 Temmuz 2011 Salı

LİSÂN-I İSLÂM’DA HÜRRİYET, HUKÛKUNA MÂLİKİYYET DİYE TA’RİF OLUNUR

“… Her kânûn-ı Hakk bir vaz’-ı İlâhî olduğundan müstakimdirler. Vaz’-ı beşerî olan kânûnlar ne ilim, ne dîn hiçbiri olamazlar. Bunlar ilim nokta-i nazarından bâtıl, dîn nokta-i nazarından şer teşkîl ederler ve gayr-ı müstakimdirler. Bunun için beşerin hakkı gerek ilimde ve gerek dinde kânûn vaz’etmek değil; Hakk’ın kânûnlarının arayıb bulmak ve keşf u ızhar etmekdir. Arşimet muvâzene-i mâiyyât kanûnun; Nevton, câzibe kânûnunu; Aristo, tenâkuz kânûnunu vaz’etdiler demek doğru olmadığı gibi; Ebû Hanife Hazretleri de kıyâs-ı fıkhî kânûnlarını vaz’etdi demek doğru değildir. Bunlar onların vaz’ı olsa idi eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları kânûn-ı Hakk’ın keşfine mazhar olmalarından nâşîdir. Bunun için ulemâ, mûcid değil; kâşif ve muzhirdirler. Zîrâ kânûn-ı Hakk’ın hafî olanları da vardır. “Essırâtel-müstakîm” ise, vazıh ma’nâsını dahî tazammun etdiğinden bunları izhâra vesîle olacak, vazıh ve işlek bir tarîk-ı esâsîyi ifhâm ediyor ve Kânûn-ı Hakk olmıyan, meûnet-i İlâhîyye ile hiç alâkası bulunmayan eğri büğrü yolların hepsinden ihtiraz etdirdiği (sakındırdığı) gibi, hidâyet de hayra masruf olacağından doğrudan doğruya şerre götürmekde hak olan kânûnlardan dahî ihtirâz edilmiş oluyor. Fakat bu son ihtirazda bir kayd-ı haysiyet aramak lazım gelir Çünki şerden ihtiraz etdirmek için onu tanımak ve tanıtmak da bir hayırdır. Yılanı bilmeyen ondan nasıl sakınır?...”

……

“… Lisân-ı İslâmda HÜRRİYET, hukûkuna mâlikiyyet diye ta’rîf olunur (Keşf-i Pezdevî) ki, bunun zıddı, hukûkuna başkasının mâlik olması demek olan esâret ve rıkkıyyetdir. Asl-ı hukûk ise vaz’-ı İlâhîdir. Binâenaleyh herhangi bir ferdin vaz’-ı İlâhî olan hukûku kendi rızâsı munzam olmaksızın diğer bir vaz’-ı beşerî ile tebdîl, tağyîr veya tasarrufa mahkûm olabiliyorsa, o artık yalınız Allâh’ın kulu değildir. Ve onda bir hisse-i esâret vardır. Ve artık onun vecâib ü vezâifi mahz-ı Hakk’ın icâbına değil; şunun bunun keyf ü irâdesine tâbi’dir. Binâenaleyh Hakk Teâlâ’yı tanımayan kimse de, hukûkuna mâlikiyyet ma’nâsına hakk-ı Hürriyet farzetmek, bir tenâkuz olduğu gibi, Hakk Teâlâ’dan başkasına kul olanlarda da hürriyet farzetmek imkânsızdır. Ve bunun için zamân-ı hürriyet yalınız Allâh’a ubûdiyyetdedir. Ve sırât-ı müstakîmin mebdei, bu ubûdiyyet ve ilk gâye-i dünyeviyyesi de, ni’met-i uzmâ (pek büyük ni’met) olan bu hakk-ı hürriyetdir. Bunun başı da niam-ı vehbiyyeden (Allâh’ın verdiği nimetlerden) hayat, niam-ı kesbiyyeden (hür irade ile kazanılan) nimetlerden îmândır. İşte bu ikisi usûl-i niâmdır (nimetlerin menşe’ temelidir.) Bunların mebdei de meûnet (Allâh’ın yardımı) ve hidâyet-i İlâhiyyedir. İstenen tarîk de, bu meûnetin tarîk-i müstakîmidir. Ve işte ni’met-i İslâm, bu tarîk-i müstakîmdir….” (1/126-29)

24 Mayıs 2011 Salı

"PARTİLER HİÇ DE DOĞRU OLMAYAN BİR TEŞKÎLÂTDIR..."



İskenderpaşa Camii Şerîfi Sâbık İmam ve Hatîbi Merhûm Muhammed Zâhid Efendi Hazretleri:



“HERKES KENDİ MENSUB OLDUĞU PARTİYE ONU MÜDÂFAA SADEDİNDE ÇOK GAYRET SARFEDER…”


"Muhalifi olan partiyi devirmek ve onu haksız çıkarmak için çabalar. Bu hususda YALAN YANLIŞ her türlü PROBAGANDAYI MEŞRÛ’ SAYAR. Bunlar artdıkca büyük bir nehir birçok kollara ayrıldığı zaman nasıl zayıflarsa, işde milletler de böyle bölündükleri zaman öyle zayıflarlar. O zaman her kafadan bir ses, bir nizâm, bir düstûr çıkar. Ammâ hepsi de birbirine muhâlif ve mugâyirdir. Birinin istediği ve beğendiğini diğeri istemez ve beğenmez.”


MASONLAR RASÛLULLÂH’IN ZAMÂNINDAKİ MÜNÂFIKLARDAN DAHA EŞED, MASKELİ KİMSELERDİR

“Hiçbir kardeşin, kendi öz kardeşine yapamadığını, bir müslüman, din kardeşine en âlâsını ve en güzelini yapar ve yapması da lâzımdır. Halbuki, bu gün insanlar, bu kardeşlik râbıtasının lüzûmunu anlamamış ve hissetmemiş olacaklar ki, çeşitli cemiyetler kurmuşlar; herbirine ayrı ayrı isimler takmışlardır. Meselâ, masonların bile kaç çeşit locaları vardır. Fakat hiçbirinin teşekkülleri, islâmî bir gâye ile değildir. Müslüman olmadıkları için de hiçbir sevâb yokdur. Sevâb olmadığı gibi, müslümanlık dışında, belki de mülümanlığa zararlı olmaları sebebiyle, bu gibi cemiyetlerden fayda umarak, onlara girmek kadar mânevî tehlikesi büyük bir şey olamaz. Çünki, bunların ne kadar şöyle yardım ederiz, böyle faydalı oluruz diye yapdıkları probagandalar da yalan ve dolandan ibâretdir. Sonra bunların bir kısmının da kökü dışarıda olduğundan, hırıstiyan veya yahudî teşkilâtı olmaları i’tibârıyle bunlara girmek İslâm’a hıyânetdir. Hiçbir akl-ı selim sâhibi müslüman, altınlara gark olacağını bilse dahî, böyle İslâm’dan gayrı, hatta İslâm’ın zıddı gayelere hizmet eden cemiyetlere girmez ve girmeyi kendine zül addeder, aynı zamanda girenleri de sevmez ve onlardan nefret eder. Buğz-ı fillâh edib, onları kardeşlik defterinden siler. Zîrâ bu gibi menfaatperest insanlar ki, dünyâda nâil olacakları menfaatlere tamâ’en, yabancı ülkelere hizmet eden cemiyetlerin gâyelerine bilerek veya bilmeyerek hizmet eder ve İslâm’ın yıkılması bahasına da olsa, artık onların, o cemiyetin emirlerine uymak mecbûriyyetinde kalırlar. Ondan dışarı da çıkmazlar. Çünki, cemiyetlerin programına uymayı önceden taahhüd etmişdir. Yazık bu gibi hasîs adamların hâline!..
Zavallı, sana ne oldu da böyle şeytânî fikirlerle kurulmuş bir dolaba giriyorsun? Hiç de aklın yok mu? Bu kadar tahsili ve serveti, böyle bir İslâm düşmanı cemiyete girmek için mi yapdın? Yazık sana hem de çok yazık. Senin dîninden sökülüb, İslâm’ın gayrı bir cemiyete intisâbından dolayı, artık seni İslâmiyyet, müslüman olarak kabûl edemez. Çünki, artık sen müslümanın malı değil, bir hırıstiyan veya bir yahudî şebekesinin adamısın. Bunu böyle bil. Namaz kılmakla, oruç tutmakla, boş yere kendini aldatırsın. Artık sen nerede, müslümanlık nerede? Müslümanlık şirke karşı bir dindir. Hiçbir zaman ikilik istemez. O, tevhid dînidir. Birlik, vahdet, onun gâyesidir. Onun için müslüman, ancak müslümanın kardeşidir. Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’da, “Ancak mü’minler kardeşdirler” buyrulmuşdur. Mü’min olmayan ve müslüman olmayanlarla kardeşlik aslâ câiz değildir. Ammâ kim girerse girsin, onun girmesi bizim de girmemizi iktizâ etmez. Ammâ din adamı imiş, ne olursa olsun. Din adamları içinde de, ne kadar münâfık ve fâsid kimselerin de bulunabileceğini unutmamalı…

Halbuki, müslümanlık bir vücûd gibidir ve öylece yekpâre olmalıdır. Hiçbir âzâsı hattâ bir zerresi bile birbirinden ayrılmaz ve ayrılmamalıdır. Nasıl olur da, müslümanlık dışında ve onun düşmanı bir cemiyete üye olur? Bu çok akılsız ve âhiretini bilmeyen bir ahmaklıkdır dersek, mübâlağa etmiş olmayız. Bunun İslâmiyet’e olan zarârı bugün artık pek âşikârdır. Çünki efrâdı çoğalmış, hep köşe başlarını tutmuş, kendi din ve milletlerine zararlı olmaya başlamışdır. Bunlar, Rasûlullah’ın zamânındaki münâfıklardan daha eşed maskeli kimselerdir. Dinlerine karşı samîmî olmadıklarındandır ki, bu gibi yabancı ve dînimize muhâlif, bölücü ve yıkıcı cemiyetlere girmeye cesâret ederler.

PARTİCİLİK HİÇ DE DOĞRU DEĞİLDİR

Hiçbir cemiyet yokdur ki, onun bazı saklı ve gizli gâyeleri olmasın. Onu açığa vermez ve meydana koymaz. Yalnız faydalarından bahsederek, etrafında adamlarını toplamaya bakar. Sonra bu üyeler de kademe kademedir. Üst kademenin gâyesini, politikasını, alt kademede olanlar bilemezler. Belki de, samîmî hizmetlerini bilmeyerek, körü körüne yapmakla, memlekete ve millete karşı pek büyük suçlar işlemişlerdir ki, gün ışığına çıksa, affolunmalarına imkân yokdur. Bunların yıkıcı ve bölücü faaliyetleri yetmiyormuş gibi bir de, dâhilî fikir ve düşünce ayrılıkları bizi mahv ve perişan etmektedir.

Evvela partiler hiç de doğru olmayan bir teşkîlâtdır. Zîrâ birinci zararları, memleketdeki vahdeti birliği bozmakdır. Herkes kendi mensûb olduğu partiye onu müdâfaa sadedinde çok gayret sarfeder. Muhalifi olan partiyi devirmek ve onu haksız çıkarmaya çabalar. Bu hususda yalan yanlış her türlü probagandayı meşrû sayar. Bunlar artdıkca büyük bir nehir birçok kollara ayrıldığı zaman nasıl zayıflarsa, işde milletler de böyle bölündükleri zaman öyle zayıflarlar. O zaman her kafadan bir ses, bir nizâm, bir düstûr çıkar. Ammâ hepsi de birbirine muhâlif ve mugâyirdir. Birinin istediği ve beğendiğini diğeri istemez ve beğenmez. Bir vücûd gibi bir başa bağlı olmaz, her âzâ kendi arzusuna göre hareket etmeye kalkarsa o vücuddan hiçbir hayır gelmez. Hiç şübhe yokdur ki cemiyetler de böyledir. Biri böyle olsun der, diğeri de onu baltalamaya çalışırsa, orada huzûr ve kalkınma olur mu?"

[Mü'minlerin Vasıfları, Mehmed Zâhid Kotku, Bayrak Matbaası, 1982, sh:75-78]

1 Mayıs 2011 Pazar

"Tanrı" Diyen "ALLÂH" demiş olmaz!.


Müfessir merhum Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin muhalled tefsirinin 1. cildinden iktibâs edilmişdir:

“- Gerek ism-i hass olsun, gerek ism-i alem, (Allah) ism-i celâli ile, yine Allah’dan ma’dâ, hiçbir ma’bud yâd olunmamışdır.” (s.24)
“- Müşrikler birçok tanrılara taparlardı. Fülanların tanrıları şöyle, falanlarınki şöyledir denilir. Demek ki, (tanrı) ism-i cinsi (Allâh) ism-i hasının mürâdifi değildir, eamdır. Binâenaleyh, (Allâh) ismi, (tanrı) adı İLE TERCEME OLUNAMAZ. Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi merhum, Mevlid’ine (Allâh) adıyla başlamış; (tanrı adı) dememişdir .... Fransızca (diyö) kelimesi dahi, ilâh, tanrı kelimeleri gibi bir ism-i cinsdir; o da cemi’lenir, onu ism-i has gibi büyük harf ile göstererek kullanmak, hakikati tebdîl etmez. Bunun için Fransızlar, (Lâ ilâhe illallâh) kelime-i tevhidini terceme edememişlerdir. Harfiyyen tercemesinde (diyöden başka diyö yok) diyorlar ki, (ilâhdan başka ilâh yok) demiş oluyorlar. Meâlen tercemesinde de, (yalnız diyö diyödür) yani, (yalnız ilâh ilâhdır) diyorlar. Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allâh yerinde (diyö) demişler; ve Allâh ile ilâhı temyiz edememişlerdir.” (s.25)
“- Allâh, ma’bûd olduğu için Allâh değil; Allâh olduğu için ma’bûddur. Onun ilâhiyyeti, ibâdet ve ubûdiyyete isihkâkı lizâtihîdir. Beşer, puta tapar, ateşe tapar, güneşe tapar, kahramanlara tapar, cebâbireye veya bazı sevdiği şeylere tapar, tapdığı zaman bunlar, ilâh, ma’bûd olurlar. Bilâhere bunlardan cayar, tanımaz olur, o zaman onlar da, ma’bûdiyyet, ilâhiyyet vasf-ı müstearlarını zâyi’ ederler. Halbuki insanlar, Allâh’ı ma’bûd tanısın tanımasın, O, zâtında ma’bûddur. O’na herşey ibâdet ve ubûdiyyete borçludur. Hatta münkirler bile, bilmeyerek olsun, ona ubîdiyyetde muztardırlar.” (s.30)